Mustafa Kemal Atatürk - Nutuk/3. bölüm/Dahiliye Nazırı Damat Şerif Paşa mütemadiyen milli vahdeti bozmakla,…
Efendiler, Cemal Paşa’nın, suret-i mahsusada Sivas’a gönderdiği 10 Teşrinisani 335 tarihli ve kendi el yazısıyla olan bir mektubunu da 18 gün sonra –yani 28 Teşrinisani 335 tarihinde– almıştım. Cemal Paşa bu mektubunda, cereyân eden muhhaberâtın taalluk ettiği mesâili, madde madde hulâsa ve her biri hakkında izâhât veriyordu.
Ez-cümle, Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’dan başka bir mahalde tecemmu’u meselesinden bahsederken, “bu meseleye Pâdişâh’ın rıza göstermeyeceği tamamen anlaşılmıştır. Kuvâ-yı işgaliyenin, Meclis-i Mebusan’a taarruzlarının, belki devlet-i aliyye için hayırlı neticeler verebileceğini, Amerikalılar ihsâs ve hatta izhâr ettiler ve bu taarruzu ihtimal dairesinde göremediler.” diyordu.
Cemal Paşa, “Kuvâ-yı Milliye ruhuyla mütehassis olmayan memurların kodamanları, işgal ordularına adeta istinâd etmiş vaziyettedirler.” tarzında, sanki bilinmeyen bir ma’lumât da verdikten ve bu ma’lumâtı, “sâbık kabine erkânının ekseri müsteniddir” ma’lumâtıyla itmâm ettikten sonra “meselâ polis müdürünün tebdilinde bu hal tamamıyla tezâhür etti” diye bir de misâl zikrediyor.
Cemal Paşa, Kabine birçok işler yapmayı düşünmüş ise de “esaslı bir teşebbüs için dayandığı kuvvetin ciddiyetine hâlâ inanamadı.” fıkrasıyla bizi ithamdan sonra şu kanaatini serd eyliyordu: “Dahiliye Nâzırı bu kuvvete –yani Kuvâ-yı Milliye’ye– ihtiyaç gösterenlerin başında desem mübâlâğa olmaz.” Cemal Paşa, mektubuna imza koyduktan sonra yine imzasıyla, mektubuna leffettiği bir hulâsada şu cümle vardı: “Muhâlifler ve ecânib Meclis’in küşâdına mümânaata karar vermişlerdir. Heyet-i Temsiliye de bu mümânaata, mahal münazaasıyla devam ederse işimiz Allah’a kalıyor demektir.” (Vesika: 193).
Efendiler, bu mektup muhteviyâtında ve buna takaddüm eden iş’ârât ile bundan sonra tevali edecek olan mütâlaattaki mantık, muhakeme ve isabet-i nazar hakkında söz söylemeyeceğim. Yalnız bu mektuba, 28 Teşrinisani 335 tarihinde verdiğimiz izâhâtlı cevâbımızın bir fıkrasını aynen nakletmekle iktifâ edeceğim. O fıkra şudur: “Hükümet-i seniyenin esaslı bir teşebbüs için dayandığı kuvvetin ciddiyetine itimâdını münselib gibi gösterilen mevâddı ciddî görmüyoruz.”
Efendiler, Dahiliye Nâzırı Damat Şerif Paşa, tereddütsüz ve ârâmsız vahdet-i milliyeyi bozmak, milleti her gün tevâli ve tevessü etmekte bulunan tecavüzler karşısında sâkit ve âtıl tutacak tedâbîr almaktan geri durmuyordu. Diğer nezaretleri de aynı prensipte harekete müşevvik olduğu gürülüyordu. Meselâ; Eskişehir’de Hamdi Efendi namında bir kadı vardı, Kuvâ-yı Milliye’ye aleyhdâr olduğu için orada duramamış, avdet etmemek üzere İstanbul’a gitmiş ve bu Kadı Efendi yeni kabine tarafından tekrar Eskişehir’e gönderilmiş. Keyfiyetten bahisle mûmâileyhin tahvil-i lüzumu, Mutasarrıf tarafından Adliye Nezareti’ne yazılmış, cevap verilmemiş. Mutasarrıf ve Eskişehir Mıntaka Kumandanı, bu vaziyeti Heyet-i Temsiliye’ye bildirmekle beraber “eğer Nezaret bu iş’ârı nazar-ı itibara almayacak olursa, def’i zarurîdir. İrade ve mütâlaa-i devletleri müsterhamdır” deniliyordu. Biz de mütâlaa bekleyenlere şu cevâbı vermek zaruretinde kaldık: “Âmâl-i milliyeye mutavaatkâr olacağını vaad eden ve bu esas dahilinde teşkilât-ı milliyenin her türlü müzaheretine mazhar olan hükümet-i seniyeye mûmâileyhin tahvili ismâ edilemezse, nihayet def’inin bir zaruret haline gireceği bedîhîdir.” bi’t-tabi bu vaziyette bulunan İstanbul memurları az değildi.
Buna mümâsil birtakım hususâttan bâhis olmak üzere Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’nın, Kabine’nin nokta-i nazarını iblâğ eden 24 Teşrinisani 335 tarihli bir şifresinin ilk cümlesi şu idi:
“Devletin umûr-ı dahiliye ve siyasiyesi kat’iyen iştirak kabul etmez. “ (Vesika: 194). Bu telgrafa 27 Teşrinisani 335 tarihinde verdiğimiz mufassal cevapta biz de şöyle dedik: “Devletin umûr-ı dahiliye ve siyasiyesinin kat’iyen iştirak kabul etmediği bir hakikat olmakla beraber emsali nâ-mesbûk vaziyet-i hâzırada, vatan ve milletin mukadderâtını temîn edecek olan teşkilât-ı milliyeyi bilerek bilmeyerek zaafa dûçâr eyleyecek ve vahdet-i milliyeyi ihlâl edecek hiçbir muameleye milletin muvâfakat edemeyeceği de pek meşrû’ ve tabiidir.” Bu telgrafın son cümlesi şu tarzda idi: “Heyetimiz, imzası tahtındaki taahhüdâtına tamamıyla sadıktır... Şu kadar ki taahhüdât mütekabil olmak gerektir. Halbuki hükümet, Salih Paşa’nın imzası tahtındaki taahhüdât ve notların henüz hiçbirini ifa eylememiş ve varsa, esbâb-ı mânia dahi bildirilmemiştir.” (Vesika: 195).
Efendiler, şimdi vereceğim kısa bir ma’lumât ve irâe edeceğim vesâik -ki bu ma’lumâtı tevsîk etmektedir– Ali Rıza Paşa Kabinesi’nin bizi tahtiede ne kadar haksız ve icrâât-ı hükümette, en hafif manasıyla ne kadar kayıtsız olduğunu enzâr-ı âliyenizde tecelli ettirecektir zannederim.
Efendiler, İstanbul’daki hafî cemiyetler ve bu cemiyetlere pişvâlık eden birtakım zatlar –Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’nın mektubunda da itiraf olunduğu vechile ecnebilere müstenid bulunuyorlardı– bol para ve Ali Rıza Paşa Kabinesi’nin mebzûl müsamaha ve atâleti sayesinde, memleketi baştanbaşa ateşe vermek için olanca vüs’ ü gayretleriyle çalışıyorlardı. Bu husustaki ma’lumât ve elde edilen vesâik de vukûf ve ıttılâları haricinde bırakılmış değildi. İstanbul’daki teşkilât ve tertibâtımız sayesinde elde edilmiş bir kısım vesâik, olduğu gibi Cemal Paşa’nın, Sadrazam Paşa’nın yedlerine teslim edilmişti. Bu vesâik, o tarihte ecnebi mümessillere de verilmiş ve bu suretle Düvel-i İtilâfiye hükümetlerinin ekserisince ma’lûm olmuş ve o tarihlerde hulâsaları bi’l-cümle kumandanlara ve sâir icap edenlere tebliğ edilmiş olduğuna göre artık hadisenin tarihe karışmış olduğu bugünde, heyet-i âliyenizce ve milletçe bilinmesinde bir mahzur görmüyorum.
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle